Hakkımda

Fotoğrafım
"Hürriyettir özümdeki, ne bir eksik, ne bir fazla."

26 Kasım 2010 Cuma

Sudan Sebepler Arası

Uzun zamandır yazmıyor olmamın spesifik hiçbir sebebi yoktur. Sadece say say bitmeyecek kadar sudan sebeplerim var (yerseniz). 

-Kış geldi, dolayısıyla depresyondayım.
-Çok soğuk, üşeniyorum.
-Bu hafta çok yoğun geçti, stres atmak için gezdim. Benim vaktim yok.


Vb.


Bu saydıklarımı ben bile yemedim. 


Kıssadan hisse, yazmıyorum, çünkü bu ara hiç işime gelmiyor.

22 Ekim 2010 Cuma

En Uzak Mesafe

En uzak mesafe ne Afrika'dır,

Ne Çin,

Ne Hindistan,

Ne 
seyyareler,

Ne de yıldızlar geceleri 
ışıldayan.

En uzak mesafe; 
iki kafa arasındaki mesafedir,

Birbirini anlamayan...



Can YÜCEL


-


Böyle söyler Can Baba, ve oturduğumuz yerden bizi sarsar. En uzak mesafeyi düşünürüz bir süreliğine, ve başımızı sallarız olduğumuz yerde. Çünkü gerçektende en uzak mesafe; iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan. Ne gidilmemiş olandır, ne de başka birşey. Sen başka, ben başka isem eğer, düşünemeyeceğin kadar uzağızdır birbirimizden. Ne kıtalar ölçebilir mesafemizi, ne de kilometreler. İşte en hesapsız uzaklıkta öylesidir zaten. 

2 Ekim 2010 Cumartesi

Bugün. Tam Bugün!

Bugün benim doğumgünüm, 2 Ekim. Doğumgünleri aslında iyi değiller bi yerde, her sene ömründen gider, yaşlanırsın. Vakitten kısalır. Ama bi ömrü ailenle, dostlarınla geçirmek, dolu dolu yaşamak! Hatırlanmak, sevilmek, bunlar çok güzel ve özel duygular. Herşey insanın yakınlarıyla değerli. Bugüne mesela, benim bugünüme paha biçilemez. Eğer doğduğum günü kutlamasanız, ben ne anlarım bu işten? Beraber büyüyoruz, beraber yaşlanıyoruz. Atılan adımlara şahit oluyoruz her geçen gün. Hayat yakınlarımızla güzel, onlarla kıymetli, sizlerle yani. Seneleri yavaş yavaş, keyiflice devirmek! İmkanım olsa da kendime dışardan bakabilsem. Acaba nasıl büyüyorum ben? 

Keşke yüzümdeki mutluluğu görebilselerdi yakınlarım şu an. Ağzım kulaklarımda, gülümsüyorum. Ara sıra gözlerim doluyor, klasiğimdir. Sevinince ağlarım ben. Keşke hep mutluluktan ağlasak, büyük şans mutluluktan ağlayabilmek. Bu şansa hep beraber sahip olmayı diliyorum.

Deviriyorum seneleri, hatırlanarak ve hatırlayarak. Hiçbirinizi yalnız bırakmıyorum ve yalnız bırakılmıyorum. Sizinle yürüyorum işte. Yolun nasıl olduğu pekte önemli değil, çünkü ben yalnız değilim. Siz oldukça, geçen her seneye güzel günler, anılar ekliyorum. Seneler sonra da beraber kutlamayı diliyorum. 

Hayat hepimize en güzelini getirsin. Mutlu, sağlıklı, başarılı ve huzurlu olalım.

Sadece ben değil; bugün benle beraber iyi ki yakınlarımda doğdu! Bu sadece benim değil; hepimizin günü.

İyi ki doğduk!

21 Eylül 2010 Salı

Keşke bu son Sonbahar olsa.

Ben demiştim size sonbahar hüzün mevsimidir diye. Bak halime, hiçbir şey yapasım yok işte. İnatçı, huzursuz, yüzü asık biri oldum yine. Zaten çevremdeki herkes ayrılmaya başladı patır patır, ağaçtan düşen elmalar gibi. Böyle havalar insanın ruh halinide dengesiz yapıyor. Diyorum ya size, bu mevsimde birşey var. Hiçbir şey yolunda gitmiyor. Ben ne anlarım ki deli gibi yağmurda okula gitmekten? Ancak derslerde pencereden dışarı doğru dalarım. Sonra bunu farkeden hoca utandırır beni. 

-Ekin nerdesin sen?
-Burdayım hocam. Nerede olacağım başka?

Yokumdur ama, muhtemelen yokumdur. O anki ruh halim dersi dinlemeye elverişli değildir. Dikkatim dağılır, konsantre olamam ben. Yağmur, kapalı hava beni böyle yapıyor işte. Yağmurlu havada dışarı çıkmak bile gelmez içimden. Ne anlarım ben kapalı alanda oturmaktan? Ruhum daralıyor. Anlamasam da iki çiçek görmek isterim, renkli olsunlar. Gözümü okşuyorlar. Gelen geçene bakarım oturduğum yerden, izlerim insanları. Sokak köpeklerini yanıma toplarım. Kapalı alanda nerede insan izleyip köpek seveyim ben? İstemem. Zaten yağmurda evsizler ıslanıp üşüyor, sokakta bırakılan hayvanlar sırılsıklam oluyor. Ben neresini seveyim bu sonbaharın şimdi? Sefalet işte, düpedüz. Kış desen, bin beter. Evimde ayaklarımı uzatıp kahvemi içerken huzursuz oluyorum. Herşey ölüyor sonbaharda, yapraklar, renkli çiçekler. Yeniden doğuyor demeyin, problem orada değil çünkü. Yeniden doğabilir ama problem ölüyor olması. Hava da karanlık. Erkenden kararıyor. Saat akşam sekizken bile, zifiri karanlık. Gecenin çökmesini de sevmem ben. Sinsi sinsi, bir anda çöküyor. Nitekim doğumgünümde sonbahar benim, burcum dışında sevdiğim hiçbir detay yok. Yazın doğsaydım mesela, ya da ilkbaharda, terazi olamazdım ben. Zaten o da olmasa, bitmişim. Nasıl söyleniyorum di mi? Okurken bu kız n'olmuş diyorsunuz, biliyorum.

Bir tane mutlu şarkı takılsa ağzıma, bütün gün onla gezsem. Kendimi iyi hissetirebilecek ne var bilmiyorum. Dizkapaklarıma kadar yağmur yemek istemiyorum. Artık deniz kenarında yaptığım hiçbir gezinti eski tadını vermiyor. Rüzgar desen kulaklarımda uğulduyor, biri arasa uğultudan duyamıyorum. Zaten yürüyenlerin sayısıda azaldı, çıkıp yürüsem moralim bozulur. Sonbaharla ilgili hiçbir şeyi sevmiyorum. Paris'te değil İstanbul'dayım ben. Burada hiçbir şey romantikte olmuyor kanımca. İki sevgili yağmura yakalanıp ıslansa öpüşmeye değil, kavga etmeye başlarlar. Burada köpek öldüren yağmuru yağıyor çünkü. Hastalık yağmurları. Grip aşısının tarihide kapıda sayılır, hiç istemiyorum.

İsyan edecek onlarca şeyim var. İçimi dökmek istedim bugün sadece. N'olurdu ki tropikal iklimi olan bir yerde doğsaydım? Gerçi buradan başka bir yerde doğmak ister miydim bilmiyorum. Ama keşke tropikal iklim hakim olsa buralarda. Babam çok nankör insanlar diyor. Yazın kışı isteriz, kışın yaz gelsin deriz. Ben öyle değilim. Stabilim. İlkbahar ve yaz olsun hep derim. 


Sonbaharın bana tek bir getirisi var. Getirdiği hüzünle beraber beni eve kitlediği günlerde üretken bir hal alırım ben. Sık sık yazarım. Düşünmeden yazdıklarım bile düşünerek yazdıklarımdan daha derin olur. Biraz iç karartıcı olur ya da tatlı bi hüzün içerir yazdıklarım, ama onları güzel yapan da budur. Yazdıklarımı okurum bazen, bunu nasıl yazdım acaba diye bir sorarım. Yazılıyor işte, yazıyorum. Hatta bazen bilinçsiz yazdığıma inanıyorum, yarı baygın bir halde. Üretici olmakta bi yere kadar, kışa doğru tükeniyorum.


Başımı alıp tropik iklimi olan bir yere taşınacağım. Başımı alıp tropik iklimi olan bir yere taşınıyorum!

16 Eylül 2010 Perşembe

Kıssadan Hisse Çocukluk

Günümüzde insan hayatı gelişen teknolojiyle beraber 75-80 seneye kadar uzatıldı. Doğuyoruz, büyüyoruz, yaşlanıyoruz ve haliyle ölüyoruz. Bir insan ömrünün bence en güzel zamanları çocuk olduğu zamanlardır. 0-10 yaş gibi bir süre biçtim çocukluk için. Sonrasında yavaş yavaş akıl herşeye ermeye başlıyor. Neden-sonuç algısı gelişiyor. 

İlgiye muhtaç doğuyoruz ve büyütülüyoruz. Öyle güzel ki herşey, ekmek elden su gölden. Sıcak sütler, sıcak banyolar, sürekli meyveler önümüze geliyor (vitamin, şifa niyetine!). Evin ilgi odağıyız. Gece ağlarsak ışık hızıyla koşan birileri var evin içinde. Gazımızı çıkartacak, bizimle ilgilenecek, anlamasakta bize hikayeler okuyup müzik dinletecek birileri var. Gülüyoruz, bizimle gülüyorlar, ağlıyoruz, bizimle ağlıyorlar. Hastalanıyoruz, bize güzelce bakıyorlar. Gak guk garip sesler çıkardığımızda "aa baksana anne diyor anne" diyorlar, ya da babaya yoruyorlar. Adım atıyoruz, bizi derhal dış dünyaya çıkartıp doğaya salıyorlar. O kadar güzel birşey ki çocuk olmak. Bir kere karşılıksız seviliyoruz, ne yaparsak yapalım. Evlat her zaman sevilir. Ne kadar küçükken kızgınlığımı evdeki vazoları işaret parmağımın ufak bir dokunuşuyla itip düşürmeyi adet edinmiş olsam bile, bana evde bayılırlardı. Haliyle insan biraz obez bir çocuk olunca, bir de şirin ve sıcakkanlı olunca, ne yaparsa yapsın her zaman seviliyor. 

Derken bebeklik geçiyor. Artık yürüyüp koşabilir hale geliyoruz, evde terör esiyor. Hele de benim çocukluğuma benzeyen bir çocuğunuz yahut çocukluğunuz varsa, evde bir terminatörün mevcut olduğu gerçeğini kabullenip, evdeki tüm kesici, kırılabilir şeyleri ortadan kaldırıyorsunuz. Boyama kitapları alınıyor, oyuncaklar alınıyor. Herkesin tek istediği fazla cırlayarak ağlamamanız ve birşeylerle sakince oyalanmanız oluyor. Sorumluluğunuz sadece evde deli danalar gibi koşturup bir tarafınızı kırmamak oluyor. Sabah kahvaltınızda bilimum yumurta ve süt ürünleri tüketmeniz gerekiyor, yoksa boyumuz uzamaz ve büyüyemeyiz. Eğer yemezsek bir şekilde mecbur bırakılıyoruz. Meşhuuuur öğle uykuları faslı vardır (ben nefret ederdim), onu uygulamazsak cüce kalacağımız ihtimaliyle korkutuluruz (bazı psikopat ailelerin çocuklarını "iğneciyi çağırırım" tehdidiyle uyuttuğunu duydum, çok ayıpladım, suyunu çıkarmayınız rica ederim). Bizden istenen sadece bunlar. Kolay değil mi? Ve sonrasında anaokulu ve ilkokula gidecek olmanın terörü eser. Hiçbirimiz sabahın köründe kalkıp evimiz olmayan bir yerde bulunmayı ilk zamanlar istemeyiz. Ben çok severek okula gitmiştim sonrasında, okuma bayramında sanki Orhan Veli şiirini ezbere okur tavırlarım dikkat çekmişti hatta. Bir cakalar ki o resimlerde, görülmeli. Sonra yavaş yavaş büyümeye başlıyoruz. Ders çalışmaya itiliyoruz. Oyun sürelerimizden kısıldığı an anlıyoruz ki düzen değişmeye başlıyor. Bu farkındalık yanında büyümeyi getiriyor. İşler şartlı şurtlu olmaya başlıyor. 

- Okuma kitabından 10 sayfa okumalısın. Okuduktan sonra biraz daha oynayabilirsin.
- ?!?!?! (ağlamalar, isyanlar, kendini yere atmalar, hatta akıllı çocuklar acıtasyon yapıyor, bizzat şahit oldum.)


Sonra bu düzene alışmaya başlıyoruz. Madem işler şartlı şurtlu, performansları verilecek ödüle, şarta ya da cezaya göre ayarlıyoruz. Derkeeeeen; ergenlik! Artık ortaokul dönemleri, asilikler, kimlik bunalımları, sorumsuzluklar, ya da aşırı sorumlu olanlar (sonrasında mutlaka gözlük takarlar, antisosyal olurlar, sayısal zekaları uçmuş vaziyettedir, beyinleri yanar. ve öss'de mutlaka 300 ve üstü puan aldıklarında biz mutlaka onlarla kıyaslanırız, bu bizim değişmez kaderimizdir. gelecek jenerasyonun bunları yapmamasını temenni ediyorum, yaparsanız anne babanızın kopyası olmuşsunuz demektir, bence ebeveyn olarak herkesin kendi tarzı ve yetiştirme yöntemleri olmalı. orjinal olun, kıyaslama psikolojisi size asla birşey sağlamaz. anne/baba der ki; "senin ne eksiğin var ki ondan? çok tembelsin çok. boşuna okuyorsun, serseri mi olacaksın nedir?". yazarken bile sinirleniyorum hala.) Kendini beğenmeme, dengesiz ruh halleri, ilk aşk, sivilceler vb. Ergenlikten itibaren artık çevremizdeki insan ve olayları anlamaya başlarız. Daha da büyürüz.


Sonra lise dönemi, sınavlar, dershane, öss kaygıları (itiraf ediyorum dershaneden sürekli kaçtım, girdiğim ders sayısı herkesin girdiğinin 4'te 1'i kadardı). Ve sonra sınavlara girip orta şekerli bi puan aldım, herkes şok geçirdi haliyle ve en güzelide laflarını geri almak zorunda kaldılar (gerçi bu seferde "amaaan bir devleti tutturamadın'a" geldi söz, ailelerde kızacak şey bitmez). Üniversiteye ilk adım, sorumluluklar, dersler, sınavlar, bol eğlence... Gözünüzü açıp kapatıyorsunuz, ve mezunsunuz. Tıpkı benim gibi, artık son senem. İki yazdır çalışıyorum. Artık malesef çocuk olamadığımı hissediyorum. Şımarınca "çok şımardın aaa çocuk musun sen?" diyorlar. İlgi isteyince eskisi gibi göremiyorsunuz tabii, sizinle 7/24 ilgilenmek olmaz, eşek kadar olduk çünkü.

İşin kısası; keşke çocuk olsaydım. Dün oturup biraz düşündüm. Acaba gidip kendime bir boyama kitabı alıp boyamaya başlasam insanlar ne der? Aile bireyler "kızım git gide akıllanacağına, git gide deliriyorsun. otur da ders çalış" der. Gel de kızma. Ya da ben şimdi bi parka gidip kaydıraktan kaysam, tahterevalliye binsem garip garip bakarlar bana. "Haspinallaaaah ne işi var bunun burada?" derler. En sevdiğim şey oyuncak kamyonlardan alıp onların arkasına kovayla kürekle kum doldurmaktı. Şimdi ben kumun üzerine oturup bunu yapsam, kim bilir nasıl bakarlar bana? İlk boş salıncağı bulup 15 dakika sallanayım desem "in de çocuk binsin" derler. Benim hakkım yokmuş gibi sanki. Parkta saklambaç oynasak zaten eşek kadar oldu ebatım, bi yere saklansam kabak gibi gözükürüm. Yani bütün çocukluk haklarım elimden alındı! Ama benim ruhum çocuk! (Ruhum çocuk olsa n'olur sanki, o da zamanla gidiyor. sorumluluklarım altında ezildikçe, değişik insanlar tanımaya başlayınca ve hayat aktıkça çocuk gibi hissedebilme hakkım da elimden alınıyor. kaldı ki "benim ruhum çocuk" büyük klişedir aslında, böyle böyle kendimizi avutuyoruz biz. zaman geçiyor, sen de, ben de bunun farkındayız. zamanın nankörlüğünün farkındayız. ben daha dün anaokulunda yerden yüksek oynarken, şimdi üniversiteden mezun oluyorum. gerçekten de yerden yükseğim artık.). 


Zaman çok nankör. Her günün hakkını vererek yaşamamız gerekiyor. Her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz çocukluktan, çocuk hissedebilmekten. Büyüyoruz, olgunlaşıyoruz, yaşlanıyoruz. Ama bir daha hiçbir zaman ne çocuk, ne de genç olabiliyoruz. Şu anda tek istediğim parka kadar akülü cipimi kullanmak, rüşvet ya da ödül olarak mini dondurma yemek, uyumak, uyanmak ve boya yapmak. Ama artık yapamam. Sabahları erken kalkıp işe gitmem gerekiyor, işe yetişebilmek için erken yatmam gerekiyor. Okulu bitirebilmek için sınavları vermem gerekiyor. Benim kıssadan hisse sürekli çalışmam gerekiyor! Çalış babam çalış! (zaten uzadı bu emeklilik süresi yine, isyanım var).


Sadece bir günlük 5 yaşında olmak için çok şeyimi feda edebilirim. O hayalgücüne, o enerjiye ve o neşeye sahip olabilmek için çok şey veririm, düşünmeden. Hayat akıyor ve hiçbir güne, hiçbir vakte geri dönülemiyor. Ancak avutuyoruz kendimizi böyle; "Benim ruhum çocuk"...

2 Eylül 2010 Perşembe

"Çünkü Başka Bir Şansımız Yok"

Bu sabah normal uyandım. Çok mutlu değildim, ya da gülümseyerek uyanmadım. Ama asıkta değildi yüzüm. Zaten asık yüzlü uyandığım çok nadirdir benim, sevmem. 

İşe giderken dün konuştuğum biri geldi aklıma. Tecrübeli, yaşını başını almış bir adamdı. Hayat üzerine sohbet ettik biraz. O kadar güzel ve naif bir yüzü vardı ki, pırıl pırıl gözleriyle gözlüklerinin arkasından bana baktı. Bana çok pozitif şeyler söyledi hayatını anlatırken. Ona bir soru sordum; "Ne yaptın bu kadar mutlu olmak için?". Hayatımda aldığım en naif, en güzel cevap olmalıydı bana verdiği. "Ben insanları ayırmadım, hepsini çok sevdim." dedi. Eşini birkaç sene önce kaybetmiş. Eşini ondan dinledim, hayranlık duydum. Öyle sevgi dolu, öyle özlemle anlattı ki, imrendim. Birini bu denli sevebilmek. Ama zaman eski zaman değil artık, bunu anladım. Söylediğimde biraz durakladı, herhalde ne cevap vereceğini bilemedi. Sohbet giderek ilerlerken bir cümlesiyle beni afallattı diyebilirim. "Bu kadar kızma, bu kadar güvensiz yaklaşma. Bazıları, ama bazıları, ikinci şansları hakederler". Yüzüme baktığında herkese bir ikinci şansı bonkörce verebileceğimi anlamış olsa gerek. Bir anda şunu anladım ki ben çok güvensiz ve kızgın yaklaştım bazılarına. Kızacak birşey var mıydı, yok muydu düşündüm önce seçemedim. Kırgınlıklarımın olduğuna karar verdim ve bunu anlattım. "Çok kırgınım" dedim, o ise bana "telafi edene ikinci şansı vermemen senin şanssızlığın olabilir" dedi. Yatağa yattığımda bu sohbeti düşündüm. Artık hayatı sindirmiş biri, bana bunları söyledi. Vardır bir keramet herhalde dedim, bir de tam zamanında konuşulunca tüm bunlar..

Ben insanları çok sevdim, hala da seviyorum. İnsanların tekil şahıslar olarak çok değerli olduklarını düşündüm. Bunu yansıttığımda insanların değiştiğini görmeye başladığımdan beri ben de farklı davranıyorum. Davranmamalıymışım, bunu anladım. Çünkü bu, benimle değil, onunla ilgili birşey. Olduğum gibi olmaya devam etmeliyim. Her daim samimi ve içten olabilmek çok değerli bir erdemdir. Her zaman hayatımda ki en önemli erdem olacaktır. Çünkü samimi ve içten bir insan, birinin yüzüne bakıp pervasızca yalan söylemez, söyleyemez. Böylesinin beni lekeleyeceğini biliyorum. Ben hep içimdekileri ve doğruları söyleyeceğim. Karşımdaki beni bugün kırar, fakat ben bugün üzülüp yarın buna bir çizgi çekebilirim. O; çekemeyebilir. İşte ayrımda tam olarak burada başlıyor. Ben ikinci şansı vermeye hazır olmalıyım istediğinde. Bu herkes için geçerli olmalı. Öğrenmek için, kırılmayı göze almak gerekiyor. Bazılarına ikinci bir şansı vermezsem, bunun ona değip değmeyeceğini nasıl anlarım ki başka? Gecenin köründe uyanıp yazdıklarımı tuttuğum defteri açtım, son birkaç yazdığımı atladım okumak istemeyerek. Tarihi attım, 2 Eylül 2010, saat: 03:42, ve tek bir cümle karaladım oraya; "Hayat, birilerine güvenmemek için kısa". Gerçekten de öyle değil mi? Hayat dediğin zaten çok kısa, bir de güvensizlikle geçirmek bunu, bana anlamlı gelmedi. Hayat birtek birilerine güvenip kendini açmak için çok kısa değil bir başka değişle. Sonra bir dostumun bana söylediği şey aklıma geldi, "Keşke herkes sana benzese". Ben çok uzun bir vaktimi herkesi kendim gibi zannederek geçirdim. Israrla iyi olduklarına inandım. İyiydi kimisi de. İyiyi göremediklerim için belki de ben çok uğraşmadım, ya da gerçekten iyi değildi. Kimseyi değiştirmek bana düşmez aslında, bunu da anlıyorum. Herkesten bana göre iyi olmasını beklemek ağır olsa gerek. 

İstemeden sorumluluklar mı yükledim acaba çevremdekilere? "Öyle yapma da böyle yap, çünkü böylesi daha iyi, hem kırmamış olursun", "Bu yaptığın bence çok zalimce. Böyle davranmamalısın", "Bence lafını geri alamayacağına göre, gidip gönlünü almalısın" bunları söyledim çevremdekilere. Çok eleştiri aldım, aptalsın dendi bana. Düşünmedim de değil, herkes böyle davranıyor, ben bunda diretiyorum, acaba ben dediği gibi aptal mıyım? Kararımı verdim, hiçte aptal değilim. Ben vakit kaybetmiyorum, bunu anladım. Abuk subuk konuşarak, dil yarası bırakarak, insanlarla aramı açarak vakit kaybetmiyorum. Tersine, önceden kaybettiğim tüm vakitleri, geçmişin üzerine bir çizgi çekerek telafi etmeye çalışıyorum. Benim için önemli olan budur. Belki de uyardıklarım böyle yapmak istemiyorlardı, ben yine de direttim öyle yapmaları için. Onları buna sevketmeye çalıştım ama, belki bu da bir hatadır. Kavga, dövüş, gürültüden uzak bir hayat istedim hepimiz için. Güvensizliğin olmadığı bir çevre yaratmak istedim. Çok naifçe bir düşünce olduğunu biliyorum. Ama bir nebze buna ulaştığımı düşünüyorum. Bakıyorum, benim tavsiyelerimi dinleyen çoğu insan, biraz daha mutlu şimdi. Demiyorum ki sizi çok acıtan, canınızı yalanlarıyla ve yaptıklarıyla yakan bir insanı hemen affedin, önemli değil çizgi çekin. Ben diyorum ki, önce durumu anlamaya çalışın. Zaman birçok şeyin ilacı diyorum sadece, yavaş yavaş affetmeye çalışın, ama unutmayın! Ben çok affederim, ama hiç unutmam bana yapılanı. Yazarım bir köşeye, onların üzerlerinde kullanıp, tencit pilavı gibi sürekli dile getirmem bunu, ama yazarım. Dursun. Derstir. Hayat gerçekten çok kısa birine güvenmemek için. Hayata karşı kendi hevesinizi kırmayın. Ben artık oldukça kırmamaya çalışıyorum. Küslükleri boş yere uzatmak kime yarar sağlamış? Gurur vardır, gereksiz gurur vardır. Gereksiz olanı bence salt şımarıklıktır ve insanın egosudur. Üstelik; affetmek, özür dilemekten daha büyük bir erdemdir. "Özür dilerim" iki kelimeden oluşan, kısacık bir cümledir. Ağızdan her zaman çıkabilir istendiği zaman. Ama affetmek... Herkes affedemez. Affetmek demek; çizgi çekmektir. Affetmek güvenmek midir bilmiyorum henüz, ama bence olmalıdır. Şöyle bir kural getirdim kendime, tekrar güvenemeyeceğim bir insana "Seni affettim" demiyorum. Güvenemeyeceğini affetmemeli insan. Ne affetmek, ne de güvenmek bu kadar basit olmamalı.

Umuyorum tüm affettiklerimiz, ikinci şansı tüm verdiklerimiz bizi yanıltmazlar. Umarım insanlara ve hayata karşı daha bu kadar erkenken kırılmaz heveslerimiz.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Esefle Kınıyorum!

Dün bir sinir harbi yaşadım. Korkunç bir gerçekle karşılaştım. Atatürk'e saygı duymayan, minnet borcu olmayan, onu takdir etmeyenlerle ağız dalaşına girdim! Üzgünüm, girmemeliydim! Dün "sen mühürlenmişsin" dediler bana! Kabul ettim. Evet, mühürlendim ben! Demokrasiye, laikliğe, bağımsızlığa mühürlendim! Bağımsız ve laik bir Türkiye Cumhuriyetine mühürlendim! Yahu nasıl olur, aklım almıyor.

Atatürk'e bakıp bir düşünüyorum da, tek derdi bağımsızlık olan bir adamdan bahsediyoruz. Adam ömrünü buna adıyor, ömrü savaşlarda geçiyor. Tek derdi bağımsızlık! Manda olmadan, kendi kendini yaratacak olan, başka hiçbir ülkenin iç-dış politikamıza ve ekonomimize müdahale edemeyeceği bir bağımsız Türkiye! Buna asla izin vermeyecek bir Türkiye. Ve alıyor istediğini. Milyonlarca insanla beraber, dikkatinizi çekmek isterim buraya, TÜRK-KÜRT gözetmeden, kardeşçe savaşıyorlar, aynı gaye altında! Şimdi ise yeni moda, bir ayrım çıktı. Sen Türk'sün, ben Kürt'üm diyorlar! Ne alakası var! Şimdi mi çıktı ortaya bu? Daha önce böyle bir ayrım çok daha azdı, kardeşçe yaşıyorduk topraklarımızda. Ayrım gözetmeksizin. Ne olduda bu kadar arttı bu ayrım? Açılım dediler, azınlık hakları dediler... Ortalık karıştı! Biz ne yaptık ki azınlıklarımıza? Ayrı gayrı mı koyduk. Koyanlar utansın! Benim en yakın arkadaşlarımın birkaçı kürt. Ne ayıracağım onları soylarına göre? Bana mı düşmüş soylarını sorgulamak! Milleti birbirine kattılar. Sayın Başbakan diyor ki; "Sen ne mutlu Türk'üm diyene" dersen, o da ne mutlu Kürt'üm diyene" der. Böyle birşey yoktu daha önce. Bunları provokatif şekilde böyle dile getirirsen, ayrı gayrıya düşürürsün insanları! Zekice bir yöntem... Bölünüyor olmaktan, soy kavgası olmasından, utanç duyuyorum! Yüzüm düşüyor. Biz bunları hiç istemedik. Dediğim gibi; soyuna göre insan ayırmadım ben! Türksende, Kürtsende, Çerkezsende, Lazsanda, ya da Alevi isen sen, en başta insan ol dedim. İnsan olanların hep başımın üzerinde yeri oldu. Ayırmak olur mu hiç? Kaldı ki baba soyum Çerkezdir benim. Ama ben "Ne mutlu Türk'üm diyene" derim! Ben bunu Mustafa Kemal Atatürk'e borçluyum. Minnet borcu dediğim de tam anlamıyla budur işte! 


Yeni bir moda çıktı son zamanlarda. Din bazlı yönetimi, hükümeti destekleyenler ağızlarına sakız yapmışlar. "Atatürk'ü putlaştırıyorsun". Hayır, ben Atatürk'ü putlaştırmıyorum. Onun devrim ve ilkelerini benimsemek, büyük bir saygı ve minnet borcu duymak, coşkun bir sevgi ile ona bağlı olmak ve hayranlık duymak, illa putlaştırmak mıdır onu? Bu ülkede bir takım insanlar canlı yayına çıkıp "Ben Atatürk'ü sevmiyorum" diyebiliyorlar. Sonra da "ben bunu söyledim ama, başıma birşey gelir mi?" diye soruyorlar. Gelmez, üzülme. Bu ülkede kimlerin başına birşey gelmedi de, seninkine mi gelecek? İşte düşünce özgürlüğü böyle birşey. Demokrasi böyle birşey. Bunu kim getirmiştir peki? Sevmediğin Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk değil de bir padişah olsaydı, sen sevmediğini dile getirebilecek miydin? Asarlardı seni, keserlerdi! Sen sevmesen de; "Padişahım çok yaşa!" demek zorunda kalırdın. Bak, demokrasinin yararları. Kalkıp ifade edebiliyorsun kendini. Nankörler.

Putlaştırmaya geri dönersek; ben Türk vatandaşlığımı ona borçluyum, tabii ki minnet duyacağım. Benim cebimde T.C. Kimliği var. Nedir yani? Hayranım, çokta seviyorum, büyük saygı duyuyorum, takdir ediyorum, devrimlerini ve tüm ilkelerini benimsiyorum. Fikirlerini de çok benimsiyorum! (Bunları tekrar tekrar yazıyorum ki, anlaşılsın! Anlamamakta ısrar eden çok). Çünkü onun fikirlerinden varolduk biz. Önce fikir yürüttü, sonra harekete geçti. Seneler sonra sonucu; Bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Halkında gayesi ve emeği ile. Eğer Atatürk bu kadar sevilmeseydi, halk onun istediği gibi bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti istemeseydi, bunca insan ölür müydü bu gaye altında? Bu mu sizin saygınız? Neymiş, isyanlar kanla bastırılmış. Neymiş? İnsanları din söylemleri ile galeyana getirmeye çalışanları hapse atmış. Önce mantıklı düşünmek lazım. Zaman çok farklıydı. Ne diyecekti isyan çıkaranlara? "Ben bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kurmak istiyorum. Halkın çoğunluğununda gayesi bu yönde. Halkım yıllarca çekti benim. Vakit; bağımsız olmak vaktidir. Söz; halkın olmalıdır. Cumhuriyet ve demokrasi ile yönetilecek, laik bir ülke yaratmak istiyorum. Önümden çekiliniz". Onlarda çekilecek miydi? Gülerim bu işe. Hiçbir devrim patırtısız gürültüsüz olmaz, olamaz. Köklü değişim bazılarını korkutur. Alışıldık sistemi bırakmak, alışkanlıklarını bir kenara bırakmak zor gelir, korkutur insanı. Ama o zaman; vaktiydi! Söylesinler bana. O isyanlar kanlı ya da kansız bastırılmasaydı eğer, biz bu noktaya gelebilir miydik? O toplum öylesine alışkındı ki Osmanlı Devleti'nin kurmuş olduğu sisteme, Cumhuriyet ve demokrası denince yadırgadılar! Eğri oturalım, doğru konuşalım.


Şeffaf olacağım. Bunca olan bitenden, hükümetin onca "gafından" sonra, hiçbir şekilde iş birliği yapıp lehlerine oy vermeyeceğim! Onların hazırladığı bir anayasaya, evet demeyeceğim! Çünkü benim görüşlerime ters. Hoş, çokta ahım şahım değişiklikler yapılmıyor. Bunu neden çok büyük bir işmiş gibi lanse ediyorlar? Olayın birazı da nedir biliyor musunuz? Hadi bunca sene vatandaşım din ile sömürüldü, manipule edildi. Ama şimdi de insanların hırsından, öfkesinden yararlanmaya çalışıyorlar! Neymiş? "Darbe yapanlar yargılanacak, herkes hesap soracak". Bu samimi mi? Gerçekten vatandaş hesap sorabilsin mi istiyorlar?

Ben isterim ki ülkemi Atatürkçü birileri yönetsin. Onun devrim ve ilkelerine sadık, sözde değil özde demokrasi ile yönetsin bizi. İsterim ki içlerinde kuvvetli bir vatan sevgisi olsun. Çünkü bir tane daha Türkiye yok, olamaz. Çünkü Atatürk gibi yoktan var edebileceğine inandığım başka bir lider, başka bir deha yok. İsterim ki halkın dertleri için samimice uğraşsın, halkın içine karışsın, onları dinlesin. Ne istiyor bu halk? Neymiş sıkıntıları? Neye ihtiyaçları varmış? Soralım, öğrenelim desin! İsterim ki benim başbakanım şehit ailesine saygı duysun! Çiftçinin, işçinin, emekçinin arkasında dursun! Çok mu şey istiyorum?

Dün öyle biriyle tartıştım ki ben, şu sözleri işittim; "Birde çok merak ettiğim, çoğumuzun düşünemediği birşey var. Chp'ye oy verdiysek müslüman değil miyiz diyorlar!. Eğer müslümansak, din için yaşıyorsak, ahirette yaradana hesap vereceğimize inanıyorsak, oy vereceğimiz partininde hesabını vereceğimiz şüphesizdir. Chp'ye neden oy verdiniz denildiğinde ne derdik acaba...". Evet, kelimesi kelimesine işittiğim budur! Affınıza sığınıyorum; "ÇÜŞ" dedim. Önce bir iç çektim, ne yazsam, ne desem de ben derdimi anlatsam. Bu ne kadar yanlış, ne kadar saçma sapan bir görüştür, ne kadar mantıktan uzak bir bakış açısıdır. Düpedüz saçmalıktır. Yani eğer inançli biriysek AKP'ye, inançsız ama Atatürkçüysek CHP'ye, ya da Kürt kökenli isek BDP'ye oy vereceğiz. Sen beni hangi hakla kafana göre sınıflandırıyorsun inançlı veyahut inançsız diye? Bu mudur? Gerçekten bu mudur? Hadi Türk-Kürt ayırdın sen kardeşim bizi, belimizi büktün. Şimdi de sen inançlı ile inançsızı mı ayıracaksın kafana göre? Bu kadar kötü işte durum. Yani tartışma öyle saçmasapan bir yere geldi ki, "inançlı biri isen, müslümansan CHP'ye niye oy veriyosun?" dendi. Yahu olur mu öyle şey? Din, inanç başka, siyaset bambaşkadır bana göre! Ben dinle yönetilmek istemem, bu Cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye terstir. Arabistan mı kardeşim burası, İran mı? Ben Cumhuriyet ve demokrasi ile, laik yönetilmek isterim. Din ve devlet işleri ayrı olsun isterim. Çünkü dogmalar körleştirir insanı. Biz o atgözlüklerini çıkarmak için çok çaba sarfettik yıllarca. Bunu bile ayırmaktan aciz insanlar. Hal böyleyken söze ne hacet diyor bir tarafım ama, konuşmadan edemiyorum. Ben AKP'ye oy vermeyince dinsiz, imansız, Allahsız oluyorum demek. Vay be. Geldiğimiz yerlere bak. Sonra bize diyorlar ki; "ne tehlikesi?".

Atatürk için dinsiz dediler. Atıp tutuyorlar. Malum bizim ülkede atıp tutan çoktur, abartmayı da çok severiz ayriyetten. Şimdi öyle kolay ki iftira ve çamur atmak. Hem de böylesi bir adama. Yazıklar olsun!

Huzurunuzda özür dilemek isterim Atatürk ve tüm silah arkadaşlarından. Özür dilerim ki biz yaşatamadık senin devrim ve ilkelerini gerektiği gibi, gerektiği kadar. Ne kadar hala canla başla buna uğraşıyor olsam da. Özür dilerim ki sana saygı duymayan, sana minnet borcu duymayan, 10 Kasım'da, senin öldüğün ve benim yasını tuttuğum bir günde, senin huzurunda 1 dakika saygı duruşunda durmaya üşenenler başa geldikleri için. 
Özür dilerim.











 

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Çerkez Güzelim, Babaannem!

Çok hayranı vardır Türkan Sultanın, çok sevilir. Zaten arkadaşlarım benden çokta onu ziyarete gelirler. Çok güzel yemek yapar, yaprak dolması efsanevidir. Ama ben dolma yapmasını bilmem. Sohbeti çok keyiflidir. Karşına alıp herşeyi konuşabilirsin, çok moderndir. Anlayışlıdır, halden anlar. Avutmaz insanları, teselli eder ama, doğruyuda söyler, dost gibi. Sığınılacak bir limandır, kucağına yatarsın, ağlarsın. Sana tek birşey söyler "Hayat gelip geçiyor kızım, zaman çok nankör. Kafana tokadan başka birşey takma!". Yüzüne bakarsın, tatlı tatlı gülümser sana. Anlarsın ki tecrübe konuşuyor. "Ah kızım, bu saçlar boşuna ağarmadı" der. Sen de onu anlarsın. O tatlı kırışıkları boşuna olmadı onun. Gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar en sevdiklerim zaten, çok tatlı oluyor gülerken :) Bugün oturup uzun uzun babaannemi anlatmak, belgelemek istedim. Yazarsın, sonsuza kadar kalır. Roman olacak kadın mübarek. Öyle güzel ki onunla konuşması. Babaannem candır, canandır. Dünya bir yana, pamuğum bir yana. Tanıyan hayran olmadan edemiyor. Ben yıllardır hayranım. O asilliği, dik oturuşu, elleriyle saçlarını arkaya atışı. Sade içer türk kahvesini, çokta yakışır eline. Güzel tutuyor. Onun gibi tutuyorum ben de, ama onun gibi içemiyorum. "Kahve dediğin köpüklü olur kızım" dedi bana, yaşım 13'tü o zaman. İlk kahvemi ona 13 yaşında pişirdim ben. Köpüğüde boldu. Bana baktı, "aferin" dedi. Çok güzel türk kahvesi yaparım, ondan öğrendim. Ondan öğrendiğim herşeyi benimsedim, kanıksadım. "Benim gibi olma" der bana ama, elde değil. Öyle mütevazi. "Çok güzelsin kız" dediğimde mahçup mahçup gülüyor, kızarıyor. "Geçti artık kızım bizden, onlar eskidendi" diyor, ama değil. Hala çok güzel o, hep güzel. Zarif, asil, gururlu. Bana en güzel örnek. Erkek nedir babaannemden öğrendim ben. "Erkek dediğin; oturmasını kalkmasını bilecek kızım. Giyinmesini bilecek, salon adamı gibi olsun. Yanına yakışsın, sen de ona yakışmasını bil. Erkek dediğin; konuşmasını bilecek. Öyle yersiz konuşmayacak. Nerede ne diyeceğini bilecek. Erkek dediğin; seni korumalı. Ama sen önce kendine emanetsin, unutma. Erkek dediğin; sorumlu olacak. İşi gücü olacak,sakın ha boş gezmesin. Sabah kalkıp işine gidecek. Aptal adamlarla olmayın, kaçacaksın öylesinden. Erkek dediğin; kültürlü olacak, muhabbeti dolu olacak. Başbaşa otururken susmayacaksınız. Konuşacak birşeyleriniz olmalı. Güzel güzel sohbet edin. Bırak bazen öğretsin sana bazı şeyleri. Ama bil ki sen de boş değilsin. Erkek dediğin; centilmen olur. Kapıları açsın sana,sandalyeni çeksin. Gerektiğinde üstündekini çıkarıp sana vermeli. Kibar kibar konuşmalı seninle. Sana karşı her konuda nazik olmalı. Kaba saba erkeklerden kaçın. Ağzı pis olmasın, öylesi yakışmaz bir centilmene. Ara sıra etsin tamam ama, sen yanındayken azaltsın. Benimsesin kızım seni. Ara sıra kıskansın. Seni benimsemezse, hemen uzaklaş ondan. Ait hissettiklerinle beraber ol. Seni benimsemiyorsa, sen ait hissetme ona. Ne yapacaksın seni benimsemeyeni?". İşte böyle anlatıyor erkekleri. Çok güzel tanımlama değil mi? Babaannem istiyor ki böylesi olsun olacaksa. Ama etrafıma bakıyorum da, durum çok umutsuz görünüyor. Ama benim illa bir erkeğe ihtiyacım yok, babaannem beni özgür de yetiştirdi. Her zaman bakabilirim başımın çaresine. Erkek dediğin nedir ki? Hayatımızda güzel bir detay, güzel bir anı; onu adamdan sayarsan... Ne kadar az erkeği adamdan saydığımı düşünmeden edemiyorum. Adamdan sayacak adam kalmadı sanırsam. Yaş bunu söylemek için çok erken henüz ama, tanıdıkça da korkmadan edemiyor insan. Babaannemin anlattığı erkek çok eskide kaldı galiba. Devir değiştikçe, geçiyor adamlardan! Zamana yenik düşüyoruz. Bir laçkalıktır gidiyor. Rahatlık diye algılamıyorum şimdikileri, düpedüz laçkalık. Böyle biriyle olur da karşılasırsam, ona bakıp "Tıpkı babaannemin anlattığı gibisin. Erkek dediğin senin gibi olur" diyeceğim. Ve Türkan Sultanı anacağım.

17 Ağustos 2010 Salı

Klişeler silsilesinin bir halkası

Olay oldu olay.Gişe rekorları kırdı.Hüzünlü bir aşk hikayesi,takdir ettiğim tek tarafı mutlu sonla bitmemiş olması(son sahneyi mutlu sondan saymıyorum,siz de saymayınız rica ederim).Yeter duygularımızın sömürüldüğü!Bu ıssız adam tribinden çok sıkılmış vaziyetteyim.Hatırlar mısınız bilmem,Kurtlar Vadisi dizisinden sonra etrafta siyah giyen,palto giyen,tespih çeken erkek nüfusu patlama yaşamıştı.Issız Adam filminden sonra da bu tip adamlar üremeye başladı.Klasik ve ucuz bahaneler,anlamsız tavırlar,ruhsuz davranışlar.Ve bazılarımız da oturup buna anlamlar yükledi,buna üzülüyorum!Bu film çıktıktan birkaç ay sonra bir arkadaşım beni aradı,moralinin bozuk olduğunu söyledi,yanına gittim.Film izleyelim dedi,olur dedim,demez olaydım!Ağlamak için Issız Adam koydu DVD'ye.En son suratına garip garip baktığımı hatırlıyorum.Film başladı,bilmem kaçıncı kez izliyor bu filmi,daha film ilerlemeden ağlamaya başladı.Tepki vermedim.İlk izlediğimde benim de canım yanmıştı biraz ayrılık sahnesinde,kız yere çöküp ağladığında üzülmüştüm ne yalan söyleyeyim.Adam kadınla kapıdan içeri girerken öpüşüyor,2 dakika sonra ayrılmak istediğini söylüyor.Evet,kadın tarafı için hakikaten üzülmüştüm.Adamın çok manasız tavırları vardı.Neyse,elimde 8 top kadar dondurma(kase yaklaşık kafam kadardı,film boyunca anca oyalar diye düşünmüştüm),sehpada Coca-Cola'lar,efendime söyleyeyim bir sürü cips,yani selülit yapan,kadın güzelliğini yıpratacak herşey var.Arkadaşım deriiiiiin depresyon belirtileri gösteriyor,hoş,ben de onu yalnız bırakmıyorum.Ağlayıp duruyor.Filmin en güldüğüm bölümü,muhtemelen en manasız yeri,adam gece şeytan dürtmüş gibi kalkıyor,geneleve gidiyor.Orada bittim,gerçekten tükendim.Orada çalışan kadınların hali zaten içler acısı.Filmi pause ettim,etmez olaydım!Arkadaşıma sordum;

"Hayatım birşey sormak istiyorum.Sence bu adam deli mi?Neden geceleyin sevgilisinin yanından kalkıp geneleve gidiyor?Kadıncağızı uyandırıp sevişmek istediğini söylese kız muhtemelen onunla sevişir."

Arkadaşım birden deliriyor.Gözlerinden alev benzeri şeyleri çıktığına yemin edebilirim.Bağırmaya başlıyor;

"Duygusuuuuuuuuz,sen hiçbir şeyden anlamıyorsun!Bak filmi izlememişsin bile,kilit noktayı kaçırdın.Adam unutmak için fahişelere gidiyor!"

"Neden kızıyorsun bu kadar?Beni dinle.Kadın yanında yatarken nasıl unutsun ki?Unutmak zaman ister.Adam bence belasını arıyor.Keşke kadın kalkıp onu takip etse de nerelerde olduğunu bir bilseUmarım korunuyorlardır."

"Ekin!!!!!!!!!!!!!Korkunçsun,korkunç!"

Arkadaşımla aramda böyle bir diyalog geçiyor.Filmi anlamadığımı düşünüyor.Evet tamam ben bir film eleştirmeni değilim,ama bunu da eleştirebilmek için eleştirmen olmakta gerekmiyor!Bariz duygularımız sömürülüyor işte, bkz: benim canım arkadaşım.İzlerken sinir krizi geçiriyor.Anlamsızlığa dikkat çekmek isterim.Bir adam "aşığım" dediğim kadını fahişelerle unutmaya çalışıyorsa,buna gerçekten yelteniyorsa, burada ki sıkıntı unutmak  değildir kanımca!Burada çok daha derin sorunlar aramak gerektiğini düşünüyorum.Aşkı bir fahişe unutturabilecekse erkeğe,biz de jigoloları seçelim.Olacak iş mi şimdi bu?Ne kadar manasız.Ve ben bu soruyu yöneltince duygusuz oldum,filmi anlamıyor oldum.Asıl duygusuz kim acaba?Aaaah ah...Söyleyecek,eleştirecek o kadar çok şeyim var ki.Aşktan korkan ıssız adam modeli.Ha böyle adamlar var,yok değil.Kesinlikle varlar.Ama bu ıssız adam tavırları,bu havalar,o cakalar onlara gelecekte çok pahalıya patlıyor,bizzat gördük işte filmde.N'oldu?Aradan birkaç sene geçince bir yerde görüp yapıştın hatuna!Ooooh keka.Mutluluğu kaçırmış oldun,samimi,sıcak bir ilişkiyi kaçırmış oldun.Erkekler çoğunlukla beyinleriyle hareket ettiklerini düşünürler,fakat davranışlarında mantık aradığında bulamazsın.Kendilerine göre bir programları var sanırım,çip gibi birşeydir tahminen.Çoğunda aynı tavır:) Şu ıssız adam tribi eskise de başka birşeyler bulsanız,sıktı artık hakikaten.Aşktan korkup kaçmak ne demekmiş?Bağlanmaktan çok korkmak ne demekmiş?Korkunun ecele ne zaman faydası olmuş?Bağlanmayınca daha mutlu olduğunu söyleyen erkek yalan söylüyordur,sadece kendini daha güvende hisseder o kadar!Bir yerini sağlama almak işin aslı:) Akıllarınca..

Fakat övmek istediğim birşey var ki; filmin müzikleri mükemmeldi.Hakiten çok başarılı, bazı sahnelere cuk diye oturmuşlardı!Une belle histoire beni çok hüzünlendiren bir şarkı.İşte bu filmden aklımda kalanlar bunlar.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Bu yaz gelen köklü değişim!

Size ilk blog'umda bu yaz ki gelen köklü değişimden söz etmek istiyorum.Üç yazdır kendi kararımla tatil yapmayıp çalışıyorum.Beni buna iten sebep neydi bilmiyorum.Bir anda çalışmak istediğime karar verdim,hiç düşünmeden aldım bu kararı.İlk işim aslında medya sektöründeydi.Spikerlik yaptım,hava durumu sundum ve bunun benim için olmadığına karar verdim.Sonra hizmet sektörüne girdim, 1 ay boyunca fiziksel sağlığım el verdiğince garsonluk yaptım:) Çok zor fakat çok keyifliydi.Ve açıkçası köklü değişim diye adlandırdığım şey bu işten sonra geldi.Paranın ne kadar zor kazanıldığını,kendi alın terinle kazandığın paranın ne kadar değerli ve tatlı olduğunu gördüm.Sonrasında ev yaşantıma gelince,odamda ki dağınıklık beni rahatsız eder halde geldi:) Birden daha derli toplu olmaya başladım evin içinde,malum iştede böyle olmak gerekiyordu.Birçok insana hizmet etmem,aynı zamanda çok derli toplu gözükmem ve kibar olmam gerekiyordu.Bu hayatıma o kadar çok şey katmış ki, şimdi şimdi görüyorum.

Bu yaz ki işim ise çok istediğim denizcilik sektöründe oldu.Bir denizcilik firmasında stajyer olarak çalışmaya başladım.İş hayatında müthiş bir denge olduğunu gördüm,diğer yaptığım hiçbir işe benzemediğini gördüm.Kana göre şerbet verilmesi gerektiğini,her insana farklı muamele edildiğini ve belli bir ast-üst ilişkisi olduğunu gördüm.Okulla uzaktan yakından alakası olmayan,reel hayata dair birçok tecrübe edindim,her geçen gün de ediniyorum.Ve şimdi 2 sene önce ki Ekin'e bakıyorum ve gülümsüyorum.Dünyadan haberim yokken bir anda,düşünmeden aldığım bir karar beni birçok şeyden haberdar etti.Ve daha yolun başında olmak...Daha yaşayacağım birçok şey olduğunu bilmek bence heyecanlı.İşe yaradığımı hissediyorum,enerjim tükenirken (enerji tükenmesi dediğim tatlı bir yorgunluk tabii) tecrübelerim artıyor.Belli bir özgüvene sahip oldum,ben de olan birçok şeyin üzerine ekledim.Herkese tavsiye ediyorum!Köklü bir değişim,en ufak bir karardan gelebiliyor çünkü!Ve bu değişim umarım sizin de hoşunuza gider:)