Hakkımda

Fotoğrafım
"Hürriyettir özümdeki, ne bir eksik, ne bir fazla."

20 Ekim 2011 Perşembe

Acının Dili Birdir


Acının dili birdir. Siz hiç acının etnik kökenlere, yabancı dillere bölünenini, farklı renklere bölündüğünü duydunuz mu? Hani derler ya, tüm farklara rağmen; gözyaşlarının rengi birdir. Acıların hepsi birdir. Sadece bugün değil, birçok gün yüreğimiz dağlandı bizim. Bu beladan kurtulamadık gitti. Hergün bir güzel mehmetçiğimizi daha uğurluyoruz sonunda. "Helal olsun" ve son bir namaz ile uğurlanıyorlar. Yitip gidiyor hepsi. Şehitler ölmez diyorlar, ama şehitler ölüyor, hem de hemen hemen hergün... Bu vicdandan yoksun itleri binbir bela ile anıyoruz her birimiz içimizde.

Yazıktır. Hepimiz bu vatanın evlatlarıyız. Kökenimiz farkeder mi? Lazın, Çerkezin, Kürtün, Türkün acısı ayrı mı sanki? Kürt kökenli bir mehmetçiğimizi toprağa verdiğimizde anasının ettiği feryatla, bir Türkün, bir Lazın ettiği feryat bir değil mi sanki? Her ananın feryadı birdir. Her babanın ardından döktüğü gözyaşı birdir, ve tüm babasız kalan çocuklarımızın, eşlerini kaybeden şehit eşlerinin..

Allah'ım bu nasıl bir bela böyle.. Kendimi ifade edemiyorum, anaların feryat ettiğini gördükçe ben kabıma sığamıyorum. Dilimde, içimde binbir küfür, camdan keskin bir öfke ve ölümüne bir kin.. Bugün tüm güzelliklerimden arındım, tıpkı çoğumuz gibi.. Öyle kutsal, öyle azizlerki.. Öyle cesur, öyle yiğit! Allah kahretsin aklından en ufak kötülük geçirenleri, el uzatanları! Helak olsunlar, paramparça olsunlar! Öyle acıyor ki canım.. 

Bu hepimizin acısı. Ölenlerin hepsi bizim kardeşimiz, bu vatanın evlatları. Hadi herşeyi geçtimde ben, bu yine mi unutulacak? Unutturmayacağız. Unutturmamalıyız. Eğer biz millet olarak yatağımızda rahat uyuyabiliyorsak, biz bunu kimlere borçluyuz? Kimler nöbet tutuyor yazın sıcağında ayağında postallarla? Nöbeti kimler tutuyor kışın o sert soğuğunda? Söyleyeyim, Kürt mehmetçik, Türk mehmetçik, Laz mehmetçik ve daha niceleri. Peki amaç ne? Vatanın selameti. İşte herşey bundan ibaret.

Şanlı tarihime ve kimliğime, nereden geldiğime duyduğum o tutkunluk hissinin beni hiç terketmemesini diliyorum. Kökenim 7 soy Çerkez Adıge ama "NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE". Bu kadar mı zor anlaması? İsteyen söyler, istemeyen söylemez! Var mı bu cümlede bir dayatma? Yok.. Söyleyebiliyorsan, hissedebiliyorsan, ne mutlu sana.. Hepimiz bu vatanın evlatlarıyız. Ekmeği buradan yiyiyoruz, suyumuz, havamız, elektiriğimiz, hizmetimiz ve kazanıyorsak para bu vatan üzerindedir.. Hangi kalleş varsa ki bunu inkar edecek, alnını karışlarım.. Nankör köpekler.. 

"Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayaızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı."

Türkiye; dili Türkçe olan, bayrağı kırmızı beyaz ay yıldız olan, başkenti Ankara olan bir toprak parçasıdır. Ve Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk'ün başkanlığında toplanan Erzurum Kongresinde alınan bir kararla; “ Milli sınırlar içinde bir bütündür, bölünemez". Memleketim bundan ibarettir, bundan ötesi yoktur. Buna karşı çıkacak olan, bunun tersine davranan alenen ahmaktır, kalleştir, namussuzdur. Bir avuç vermem toprağımdan. Kurtuluş Savaşı'nda bağımsızlığımız ve vatanın selameti, gelecekte huzuru için savaşırken can veren birlerce kahramanı utandırmak ayıptır. Öyle fedakarlık ve zorluklarla kazanıldı ki bağımsızlık, bölücülere, bölücü eylemlere göz yuman, onaylayan, besleyen, destekleyen ve sessiz kalan şerefsizdir, alçaktır. 

İçim yanıyor. Bu bela bitsin artık. Analar ağıt yakmasın, babalar, eşler, çocuklar ve dostlar ağlamasın. Artık şehit cenazesi kalkmasın bu topraklardan. Kırmızı beyaz şanlı ay yıldızlı bayrağımızı tabutlara sarmak için değil, tüm sokaklara, caddelere, evlere asmak için kullanalım.. Allah'ım bitsin artık, ben ağıt yakanları görmek istemiyorum.

Bu nasıl bir kader yarabbim, sen oğlunu yıllarca büyüt, okut, bak, askere alındığında kınalar yak vatani görev için kendinden uzaklara yolla, "Amca, teyze, başınız sağolsun, oğlun şehit düştü"desinler... Hepimizin tuzu kuru, Allah'ta hiçbirimize evlat, eş, dost, baba acısı elbette yaşatmasın. Ama şehitler ölüyor, ve onlar çok kişinin canı... Herkesin bu acıyı paylaşması gerekiyor. Tek yumruk, tek yürek olmalıyız. Zor zamanlar, hazin bir tablo. Vaziyet çok tehlikeli. Kimsenin huzuru, sabrı, selameti kalmadı. Artık bitsin bu.

Allah'tan tüm acılı ailerere sabır diliyorum, kahraman şehitlerimin mekanı cennet olsun. Dilerim kanları yerde kalmaz bu defa. Bu acıyı yaşatanları, bu kancık ve soysuz itleri besleyenleri Allah helak etsin.

Vatan sağolsun, ama artık bu da son olsun.

Ekin TUNÇEL

3 Şubat 2011 Perşembe

Vahimiyet

Kış depresyonunu bir türlü atlatamıyorum. Zor uyuyorum, zor uyanıyorum. Üşeniyorum. Bu kıştan bu yana birşey öğrendim; insanın hayatında fazlaca bir birikim yaşandığında, insan bunu aktarmaya üşeniyor. Ne yazsam, ne anlatsam, hangi birinden başlasam? Beni ne paklar acaba? 

Öğrendiğim şeyler arasında değişimlerin beni korkuttuğuda var. Alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçmiyorum, yeni bir düzen, yeni bir çevre, yeni insanlar beni tedirgin ediyor. Ben sadece bildiklerimle kalmak istiyorum. O da zor, çok zor. Değişimden kaçılmıyor. Ben bile her sene değişiyorum. Şu an olduğumun üzerine katıyorum. Kimi zaman taşmaktan, taşırmaktan korkuyorum. 

Sudan sebepler arası devam ediyor yani.

26 Kasım 2010 Cuma

Sudan Sebepler Arası

Uzun zamandır yazmıyor olmamın spesifik hiçbir sebebi yoktur. Sadece say say bitmeyecek kadar sudan sebeplerim var (yerseniz). 

-Kış geldi, dolayısıyla depresyondayım.
-Çok soğuk, üşeniyorum.
-Bu hafta çok yoğun geçti, stres atmak için gezdim. Benim vaktim yok.


Vb.


Bu saydıklarımı ben bile yemedim. 


Kıssadan hisse, yazmıyorum, çünkü bu ara hiç işime gelmiyor.

22 Ekim 2010 Cuma

En Uzak Mesafe

En uzak mesafe ne Afrika'dır,

Ne Çin,

Ne Hindistan,

Ne 
seyyareler,

Ne de yıldızlar geceleri 
ışıldayan.

En uzak mesafe; 
iki kafa arasındaki mesafedir,

Birbirini anlamayan...



Can YÜCEL


-


Böyle söyler Can Baba, ve oturduğumuz yerden bizi sarsar. En uzak mesafeyi düşünürüz bir süreliğine, ve başımızı sallarız olduğumuz yerde. Çünkü gerçektende en uzak mesafe; iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan. Ne gidilmemiş olandır, ne de başka birşey. Sen başka, ben başka isem eğer, düşünemeyeceğin kadar uzağızdır birbirimizden. Ne kıtalar ölçebilir mesafemizi, ne de kilometreler. İşte en hesapsız uzaklıkta öylesidir zaten. 

2 Ekim 2010 Cumartesi

Bugün. Tam Bugün!

Bugün benim doğumgünüm, 2 Ekim. Doğumgünleri aslında iyi değiller bi yerde, her sene ömründen gider, yaşlanırsın. Vakitten kısalır. Ama bi ömrü ailenle, dostlarınla geçirmek, dolu dolu yaşamak! Hatırlanmak, sevilmek, bunlar çok güzel ve özel duygular. Herşey insanın yakınlarıyla değerli. Bugüne mesela, benim bugünüme paha biçilemez. Eğer doğduğum günü kutlamasanız, ben ne anlarım bu işten? Beraber büyüyoruz, beraber yaşlanıyoruz. Atılan adımlara şahit oluyoruz her geçen gün. Hayat yakınlarımızla güzel, onlarla kıymetli, sizlerle yani. Seneleri yavaş yavaş, keyiflice devirmek! İmkanım olsa da kendime dışardan bakabilsem. Acaba nasıl büyüyorum ben? 

Keşke yüzümdeki mutluluğu görebilselerdi yakınlarım şu an. Ağzım kulaklarımda, gülümsüyorum. Ara sıra gözlerim doluyor, klasiğimdir. Sevinince ağlarım ben. Keşke hep mutluluktan ağlasak, büyük şans mutluluktan ağlayabilmek. Bu şansa hep beraber sahip olmayı diliyorum.

Deviriyorum seneleri, hatırlanarak ve hatırlayarak. Hiçbirinizi yalnız bırakmıyorum ve yalnız bırakılmıyorum. Sizinle yürüyorum işte. Yolun nasıl olduğu pekte önemli değil, çünkü ben yalnız değilim. Siz oldukça, geçen her seneye güzel günler, anılar ekliyorum. Seneler sonra da beraber kutlamayı diliyorum. 

Hayat hepimize en güzelini getirsin. Mutlu, sağlıklı, başarılı ve huzurlu olalım.

Sadece ben değil; bugün benle beraber iyi ki yakınlarımda doğdu! Bu sadece benim değil; hepimizin günü.

İyi ki doğduk!

21 Eylül 2010 Salı

Keşke bu son Sonbahar olsa.

Ben demiştim size sonbahar hüzün mevsimidir diye. Bak halime, hiçbir şey yapasım yok işte. İnatçı, huzursuz, yüzü asık biri oldum yine. Zaten çevremdeki herkes ayrılmaya başladı patır patır, ağaçtan düşen elmalar gibi. Böyle havalar insanın ruh halinide dengesiz yapıyor. Diyorum ya size, bu mevsimde birşey var. Hiçbir şey yolunda gitmiyor. Ben ne anlarım ki deli gibi yağmurda okula gitmekten? Ancak derslerde pencereden dışarı doğru dalarım. Sonra bunu farkeden hoca utandırır beni. 

-Ekin nerdesin sen?
-Burdayım hocam. Nerede olacağım başka?

Yokumdur ama, muhtemelen yokumdur. O anki ruh halim dersi dinlemeye elverişli değildir. Dikkatim dağılır, konsantre olamam ben. Yağmur, kapalı hava beni böyle yapıyor işte. Yağmurlu havada dışarı çıkmak bile gelmez içimden. Ne anlarım ben kapalı alanda oturmaktan? Ruhum daralıyor. Anlamasam da iki çiçek görmek isterim, renkli olsunlar. Gözümü okşuyorlar. Gelen geçene bakarım oturduğum yerden, izlerim insanları. Sokak köpeklerini yanıma toplarım. Kapalı alanda nerede insan izleyip köpek seveyim ben? İstemem. Zaten yağmurda evsizler ıslanıp üşüyor, sokakta bırakılan hayvanlar sırılsıklam oluyor. Ben neresini seveyim bu sonbaharın şimdi? Sefalet işte, düpedüz. Kış desen, bin beter. Evimde ayaklarımı uzatıp kahvemi içerken huzursuz oluyorum. Herşey ölüyor sonbaharda, yapraklar, renkli çiçekler. Yeniden doğuyor demeyin, problem orada değil çünkü. Yeniden doğabilir ama problem ölüyor olması. Hava da karanlık. Erkenden kararıyor. Saat akşam sekizken bile, zifiri karanlık. Gecenin çökmesini de sevmem ben. Sinsi sinsi, bir anda çöküyor. Nitekim doğumgünümde sonbahar benim, burcum dışında sevdiğim hiçbir detay yok. Yazın doğsaydım mesela, ya da ilkbaharda, terazi olamazdım ben. Zaten o da olmasa, bitmişim. Nasıl söyleniyorum di mi? Okurken bu kız n'olmuş diyorsunuz, biliyorum.

Bir tane mutlu şarkı takılsa ağzıma, bütün gün onla gezsem. Kendimi iyi hissetirebilecek ne var bilmiyorum. Dizkapaklarıma kadar yağmur yemek istemiyorum. Artık deniz kenarında yaptığım hiçbir gezinti eski tadını vermiyor. Rüzgar desen kulaklarımda uğulduyor, biri arasa uğultudan duyamıyorum. Zaten yürüyenlerin sayısıda azaldı, çıkıp yürüsem moralim bozulur. Sonbaharla ilgili hiçbir şeyi sevmiyorum. Paris'te değil İstanbul'dayım ben. Burada hiçbir şey romantikte olmuyor kanımca. İki sevgili yağmura yakalanıp ıslansa öpüşmeye değil, kavga etmeye başlarlar. Burada köpek öldüren yağmuru yağıyor çünkü. Hastalık yağmurları. Grip aşısının tarihide kapıda sayılır, hiç istemiyorum.

İsyan edecek onlarca şeyim var. İçimi dökmek istedim bugün sadece. N'olurdu ki tropikal iklimi olan bir yerde doğsaydım? Gerçi buradan başka bir yerde doğmak ister miydim bilmiyorum. Ama keşke tropikal iklim hakim olsa buralarda. Babam çok nankör insanlar diyor. Yazın kışı isteriz, kışın yaz gelsin deriz. Ben öyle değilim. Stabilim. İlkbahar ve yaz olsun hep derim. 


Sonbaharın bana tek bir getirisi var. Getirdiği hüzünle beraber beni eve kitlediği günlerde üretken bir hal alırım ben. Sık sık yazarım. Düşünmeden yazdıklarım bile düşünerek yazdıklarımdan daha derin olur. Biraz iç karartıcı olur ya da tatlı bi hüzün içerir yazdıklarım, ama onları güzel yapan da budur. Yazdıklarımı okurum bazen, bunu nasıl yazdım acaba diye bir sorarım. Yazılıyor işte, yazıyorum. Hatta bazen bilinçsiz yazdığıma inanıyorum, yarı baygın bir halde. Üretici olmakta bi yere kadar, kışa doğru tükeniyorum.


Başımı alıp tropik iklimi olan bir yere taşınacağım. Başımı alıp tropik iklimi olan bir yere taşınıyorum!

16 Eylül 2010 Perşembe

Kıssadan Hisse Çocukluk

Günümüzde insan hayatı gelişen teknolojiyle beraber 75-80 seneye kadar uzatıldı. Doğuyoruz, büyüyoruz, yaşlanıyoruz ve haliyle ölüyoruz. Bir insan ömrünün bence en güzel zamanları çocuk olduğu zamanlardır. 0-10 yaş gibi bir süre biçtim çocukluk için. Sonrasında yavaş yavaş akıl herşeye ermeye başlıyor. Neden-sonuç algısı gelişiyor. 

İlgiye muhtaç doğuyoruz ve büyütülüyoruz. Öyle güzel ki herşey, ekmek elden su gölden. Sıcak sütler, sıcak banyolar, sürekli meyveler önümüze geliyor (vitamin, şifa niyetine!). Evin ilgi odağıyız. Gece ağlarsak ışık hızıyla koşan birileri var evin içinde. Gazımızı çıkartacak, bizimle ilgilenecek, anlamasakta bize hikayeler okuyup müzik dinletecek birileri var. Gülüyoruz, bizimle gülüyorlar, ağlıyoruz, bizimle ağlıyorlar. Hastalanıyoruz, bize güzelce bakıyorlar. Gak guk garip sesler çıkardığımızda "aa baksana anne diyor anne" diyorlar, ya da babaya yoruyorlar. Adım atıyoruz, bizi derhal dış dünyaya çıkartıp doğaya salıyorlar. O kadar güzel birşey ki çocuk olmak. Bir kere karşılıksız seviliyoruz, ne yaparsak yapalım. Evlat her zaman sevilir. Ne kadar küçükken kızgınlığımı evdeki vazoları işaret parmağımın ufak bir dokunuşuyla itip düşürmeyi adet edinmiş olsam bile, bana evde bayılırlardı. Haliyle insan biraz obez bir çocuk olunca, bir de şirin ve sıcakkanlı olunca, ne yaparsa yapsın her zaman seviliyor. 

Derken bebeklik geçiyor. Artık yürüyüp koşabilir hale geliyoruz, evde terör esiyor. Hele de benim çocukluğuma benzeyen bir çocuğunuz yahut çocukluğunuz varsa, evde bir terminatörün mevcut olduğu gerçeğini kabullenip, evdeki tüm kesici, kırılabilir şeyleri ortadan kaldırıyorsunuz. Boyama kitapları alınıyor, oyuncaklar alınıyor. Herkesin tek istediği fazla cırlayarak ağlamamanız ve birşeylerle sakince oyalanmanız oluyor. Sorumluluğunuz sadece evde deli danalar gibi koşturup bir tarafınızı kırmamak oluyor. Sabah kahvaltınızda bilimum yumurta ve süt ürünleri tüketmeniz gerekiyor, yoksa boyumuz uzamaz ve büyüyemeyiz. Eğer yemezsek bir şekilde mecbur bırakılıyoruz. Meşhuuuur öğle uykuları faslı vardır (ben nefret ederdim), onu uygulamazsak cüce kalacağımız ihtimaliyle korkutuluruz (bazı psikopat ailelerin çocuklarını "iğneciyi çağırırım" tehdidiyle uyuttuğunu duydum, çok ayıpladım, suyunu çıkarmayınız rica ederim). Bizden istenen sadece bunlar. Kolay değil mi? Ve sonrasında anaokulu ve ilkokula gidecek olmanın terörü eser. Hiçbirimiz sabahın köründe kalkıp evimiz olmayan bir yerde bulunmayı ilk zamanlar istemeyiz. Ben çok severek okula gitmiştim sonrasında, okuma bayramında sanki Orhan Veli şiirini ezbere okur tavırlarım dikkat çekmişti hatta. Bir cakalar ki o resimlerde, görülmeli. Sonra yavaş yavaş büyümeye başlıyoruz. Ders çalışmaya itiliyoruz. Oyun sürelerimizden kısıldığı an anlıyoruz ki düzen değişmeye başlıyor. Bu farkındalık yanında büyümeyi getiriyor. İşler şartlı şurtlu olmaya başlıyor. 

- Okuma kitabından 10 sayfa okumalısın. Okuduktan sonra biraz daha oynayabilirsin.
- ?!?!?! (ağlamalar, isyanlar, kendini yere atmalar, hatta akıllı çocuklar acıtasyon yapıyor, bizzat şahit oldum.)


Sonra bu düzene alışmaya başlıyoruz. Madem işler şartlı şurtlu, performansları verilecek ödüle, şarta ya da cezaya göre ayarlıyoruz. Derkeeeeen; ergenlik! Artık ortaokul dönemleri, asilikler, kimlik bunalımları, sorumsuzluklar, ya da aşırı sorumlu olanlar (sonrasında mutlaka gözlük takarlar, antisosyal olurlar, sayısal zekaları uçmuş vaziyettedir, beyinleri yanar. ve öss'de mutlaka 300 ve üstü puan aldıklarında biz mutlaka onlarla kıyaslanırız, bu bizim değişmez kaderimizdir. gelecek jenerasyonun bunları yapmamasını temenni ediyorum, yaparsanız anne babanızın kopyası olmuşsunuz demektir, bence ebeveyn olarak herkesin kendi tarzı ve yetiştirme yöntemleri olmalı. orjinal olun, kıyaslama psikolojisi size asla birşey sağlamaz. anne/baba der ki; "senin ne eksiğin var ki ondan? çok tembelsin çok. boşuna okuyorsun, serseri mi olacaksın nedir?". yazarken bile sinirleniyorum hala.) Kendini beğenmeme, dengesiz ruh halleri, ilk aşk, sivilceler vb. Ergenlikten itibaren artık çevremizdeki insan ve olayları anlamaya başlarız. Daha da büyürüz.


Sonra lise dönemi, sınavlar, dershane, öss kaygıları (itiraf ediyorum dershaneden sürekli kaçtım, girdiğim ders sayısı herkesin girdiğinin 4'te 1'i kadardı). Ve sonra sınavlara girip orta şekerli bi puan aldım, herkes şok geçirdi haliyle ve en güzelide laflarını geri almak zorunda kaldılar (gerçi bu seferde "amaaan bir devleti tutturamadın'a" geldi söz, ailelerde kızacak şey bitmez). Üniversiteye ilk adım, sorumluluklar, dersler, sınavlar, bol eğlence... Gözünüzü açıp kapatıyorsunuz, ve mezunsunuz. Tıpkı benim gibi, artık son senem. İki yazdır çalışıyorum. Artık malesef çocuk olamadığımı hissediyorum. Şımarınca "çok şımardın aaa çocuk musun sen?" diyorlar. İlgi isteyince eskisi gibi göremiyorsunuz tabii, sizinle 7/24 ilgilenmek olmaz, eşek kadar olduk çünkü.

İşin kısası; keşke çocuk olsaydım. Dün oturup biraz düşündüm. Acaba gidip kendime bir boyama kitabı alıp boyamaya başlasam insanlar ne der? Aile bireyler "kızım git gide akıllanacağına, git gide deliriyorsun. otur da ders çalış" der. Gel de kızma. Ya da ben şimdi bi parka gidip kaydıraktan kaysam, tahterevalliye binsem garip garip bakarlar bana. "Haspinallaaaah ne işi var bunun burada?" derler. En sevdiğim şey oyuncak kamyonlardan alıp onların arkasına kovayla kürekle kum doldurmaktı. Şimdi ben kumun üzerine oturup bunu yapsam, kim bilir nasıl bakarlar bana? İlk boş salıncağı bulup 15 dakika sallanayım desem "in de çocuk binsin" derler. Benim hakkım yokmuş gibi sanki. Parkta saklambaç oynasak zaten eşek kadar oldu ebatım, bi yere saklansam kabak gibi gözükürüm. Yani bütün çocukluk haklarım elimden alındı! Ama benim ruhum çocuk! (Ruhum çocuk olsa n'olur sanki, o da zamanla gidiyor. sorumluluklarım altında ezildikçe, değişik insanlar tanımaya başlayınca ve hayat aktıkça çocuk gibi hissedebilme hakkım da elimden alınıyor. kaldı ki "benim ruhum çocuk" büyük klişedir aslında, böyle böyle kendimizi avutuyoruz biz. zaman geçiyor, sen de, ben de bunun farkındayız. zamanın nankörlüğünün farkındayız. ben daha dün anaokulunda yerden yüksek oynarken, şimdi üniversiteden mezun oluyorum. gerçekten de yerden yükseğim artık.). 


Zaman çok nankör. Her günün hakkını vererek yaşamamız gerekiyor. Her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz çocukluktan, çocuk hissedebilmekten. Büyüyoruz, olgunlaşıyoruz, yaşlanıyoruz. Ama bir daha hiçbir zaman ne çocuk, ne de genç olabiliyoruz. Şu anda tek istediğim parka kadar akülü cipimi kullanmak, rüşvet ya da ödül olarak mini dondurma yemek, uyumak, uyanmak ve boya yapmak. Ama artık yapamam. Sabahları erken kalkıp işe gitmem gerekiyor, işe yetişebilmek için erken yatmam gerekiyor. Okulu bitirebilmek için sınavları vermem gerekiyor. Benim kıssadan hisse sürekli çalışmam gerekiyor! Çalış babam çalış! (zaten uzadı bu emeklilik süresi yine, isyanım var).


Sadece bir günlük 5 yaşında olmak için çok şeyimi feda edebilirim. O hayalgücüne, o enerjiye ve o neşeye sahip olabilmek için çok şey veririm, düşünmeden. Hayat akıyor ve hiçbir güne, hiçbir vakte geri dönülemiyor. Ancak avutuyoruz kendimizi böyle; "Benim ruhum çocuk"...