Hakkımda

Fotoğrafım
"Hürriyettir özümdeki, ne bir eksik, ne bir fazla."

16 Eylül 2010 Perşembe

Kıssadan Hisse Çocukluk

Günümüzde insan hayatı gelişen teknolojiyle beraber 75-80 seneye kadar uzatıldı. Doğuyoruz, büyüyoruz, yaşlanıyoruz ve haliyle ölüyoruz. Bir insan ömrünün bence en güzel zamanları çocuk olduğu zamanlardır. 0-10 yaş gibi bir süre biçtim çocukluk için. Sonrasında yavaş yavaş akıl herşeye ermeye başlıyor. Neden-sonuç algısı gelişiyor. 

İlgiye muhtaç doğuyoruz ve büyütülüyoruz. Öyle güzel ki herşey, ekmek elden su gölden. Sıcak sütler, sıcak banyolar, sürekli meyveler önümüze geliyor (vitamin, şifa niyetine!). Evin ilgi odağıyız. Gece ağlarsak ışık hızıyla koşan birileri var evin içinde. Gazımızı çıkartacak, bizimle ilgilenecek, anlamasakta bize hikayeler okuyup müzik dinletecek birileri var. Gülüyoruz, bizimle gülüyorlar, ağlıyoruz, bizimle ağlıyorlar. Hastalanıyoruz, bize güzelce bakıyorlar. Gak guk garip sesler çıkardığımızda "aa baksana anne diyor anne" diyorlar, ya da babaya yoruyorlar. Adım atıyoruz, bizi derhal dış dünyaya çıkartıp doğaya salıyorlar. O kadar güzel birşey ki çocuk olmak. Bir kere karşılıksız seviliyoruz, ne yaparsak yapalım. Evlat her zaman sevilir. Ne kadar küçükken kızgınlığımı evdeki vazoları işaret parmağımın ufak bir dokunuşuyla itip düşürmeyi adet edinmiş olsam bile, bana evde bayılırlardı. Haliyle insan biraz obez bir çocuk olunca, bir de şirin ve sıcakkanlı olunca, ne yaparsa yapsın her zaman seviliyor. 

Derken bebeklik geçiyor. Artık yürüyüp koşabilir hale geliyoruz, evde terör esiyor. Hele de benim çocukluğuma benzeyen bir çocuğunuz yahut çocukluğunuz varsa, evde bir terminatörün mevcut olduğu gerçeğini kabullenip, evdeki tüm kesici, kırılabilir şeyleri ortadan kaldırıyorsunuz. Boyama kitapları alınıyor, oyuncaklar alınıyor. Herkesin tek istediği fazla cırlayarak ağlamamanız ve birşeylerle sakince oyalanmanız oluyor. Sorumluluğunuz sadece evde deli danalar gibi koşturup bir tarafınızı kırmamak oluyor. Sabah kahvaltınızda bilimum yumurta ve süt ürünleri tüketmeniz gerekiyor, yoksa boyumuz uzamaz ve büyüyemeyiz. Eğer yemezsek bir şekilde mecbur bırakılıyoruz. Meşhuuuur öğle uykuları faslı vardır (ben nefret ederdim), onu uygulamazsak cüce kalacağımız ihtimaliyle korkutuluruz (bazı psikopat ailelerin çocuklarını "iğneciyi çağırırım" tehdidiyle uyuttuğunu duydum, çok ayıpladım, suyunu çıkarmayınız rica ederim). Bizden istenen sadece bunlar. Kolay değil mi? Ve sonrasında anaokulu ve ilkokula gidecek olmanın terörü eser. Hiçbirimiz sabahın köründe kalkıp evimiz olmayan bir yerde bulunmayı ilk zamanlar istemeyiz. Ben çok severek okula gitmiştim sonrasında, okuma bayramında sanki Orhan Veli şiirini ezbere okur tavırlarım dikkat çekmişti hatta. Bir cakalar ki o resimlerde, görülmeli. Sonra yavaş yavaş büyümeye başlıyoruz. Ders çalışmaya itiliyoruz. Oyun sürelerimizden kısıldığı an anlıyoruz ki düzen değişmeye başlıyor. Bu farkındalık yanında büyümeyi getiriyor. İşler şartlı şurtlu olmaya başlıyor. 

- Okuma kitabından 10 sayfa okumalısın. Okuduktan sonra biraz daha oynayabilirsin.
- ?!?!?! (ağlamalar, isyanlar, kendini yere atmalar, hatta akıllı çocuklar acıtasyon yapıyor, bizzat şahit oldum.)


Sonra bu düzene alışmaya başlıyoruz. Madem işler şartlı şurtlu, performansları verilecek ödüle, şarta ya da cezaya göre ayarlıyoruz. Derkeeeeen; ergenlik! Artık ortaokul dönemleri, asilikler, kimlik bunalımları, sorumsuzluklar, ya da aşırı sorumlu olanlar (sonrasında mutlaka gözlük takarlar, antisosyal olurlar, sayısal zekaları uçmuş vaziyettedir, beyinleri yanar. ve öss'de mutlaka 300 ve üstü puan aldıklarında biz mutlaka onlarla kıyaslanırız, bu bizim değişmez kaderimizdir. gelecek jenerasyonun bunları yapmamasını temenni ediyorum, yaparsanız anne babanızın kopyası olmuşsunuz demektir, bence ebeveyn olarak herkesin kendi tarzı ve yetiştirme yöntemleri olmalı. orjinal olun, kıyaslama psikolojisi size asla birşey sağlamaz. anne/baba der ki; "senin ne eksiğin var ki ondan? çok tembelsin çok. boşuna okuyorsun, serseri mi olacaksın nedir?". yazarken bile sinirleniyorum hala.) Kendini beğenmeme, dengesiz ruh halleri, ilk aşk, sivilceler vb. Ergenlikten itibaren artık çevremizdeki insan ve olayları anlamaya başlarız. Daha da büyürüz.


Sonra lise dönemi, sınavlar, dershane, öss kaygıları (itiraf ediyorum dershaneden sürekli kaçtım, girdiğim ders sayısı herkesin girdiğinin 4'te 1'i kadardı). Ve sonra sınavlara girip orta şekerli bi puan aldım, herkes şok geçirdi haliyle ve en güzelide laflarını geri almak zorunda kaldılar (gerçi bu seferde "amaaan bir devleti tutturamadın'a" geldi söz, ailelerde kızacak şey bitmez). Üniversiteye ilk adım, sorumluluklar, dersler, sınavlar, bol eğlence... Gözünüzü açıp kapatıyorsunuz, ve mezunsunuz. Tıpkı benim gibi, artık son senem. İki yazdır çalışıyorum. Artık malesef çocuk olamadığımı hissediyorum. Şımarınca "çok şımardın aaa çocuk musun sen?" diyorlar. İlgi isteyince eskisi gibi göremiyorsunuz tabii, sizinle 7/24 ilgilenmek olmaz, eşek kadar olduk çünkü.

İşin kısası; keşke çocuk olsaydım. Dün oturup biraz düşündüm. Acaba gidip kendime bir boyama kitabı alıp boyamaya başlasam insanlar ne der? Aile bireyler "kızım git gide akıllanacağına, git gide deliriyorsun. otur da ders çalış" der. Gel de kızma. Ya da ben şimdi bi parka gidip kaydıraktan kaysam, tahterevalliye binsem garip garip bakarlar bana. "Haspinallaaaah ne işi var bunun burada?" derler. En sevdiğim şey oyuncak kamyonlardan alıp onların arkasına kovayla kürekle kum doldurmaktı. Şimdi ben kumun üzerine oturup bunu yapsam, kim bilir nasıl bakarlar bana? İlk boş salıncağı bulup 15 dakika sallanayım desem "in de çocuk binsin" derler. Benim hakkım yokmuş gibi sanki. Parkta saklambaç oynasak zaten eşek kadar oldu ebatım, bi yere saklansam kabak gibi gözükürüm. Yani bütün çocukluk haklarım elimden alındı! Ama benim ruhum çocuk! (Ruhum çocuk olsa n'olur sanki, o da zamanla gidiyor. sorumluluklarım altında ezildikçe, değişik insanlar tanımaya başlayınca ve hayat aktıkça çocuk gibi hissedebilme hakkım da elimden alınıyor. kaldı ki "benim ruhum çocuk" büyük klişedir aslında, böyle böyle kendimizi avutuyoruz biz. zaman geçiyor, sen de, ben de bunun farkındayız. zamanın nankörlüğünün farkındayız. ben daha dün anaokulunda yerden yüksek oynarken, şimdi üniversiteden mezun oluyorum. gerçekten de yerden yükseğim artık.). 


Zaman çok nankör. Her günün hakkını vererek yaşamamız gerekiyor. Her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz çocukluktan, çocuk hissedebilmekten. Büyüyoruz, olgunlaşıyoruz, yaşlanıyoruz. Ama bir daha hiçbir zaman ne çocuk, ne de genç olabiliyoruz. Şu anda tek istediğim parka kadar akülü cipimi kullanmak, rüşvet ya da ödül olarak mini dondurma yemek, uyumak, uyanmak ve boya yapmak. Ama artık yapamam. Sabahları erken kalkıp işe gitmem gerekiyor, işe yetişebilmek için erken yatmam gerekiyor. Okulu bitirebilmek için sınavları vermem gerekiyor. Benim kıssadan hisse sürekli çalışmam gerekiyor! Çalış babam çalış! (zaten uzadı bu emeklilik süresi yine, isyanım var).


Sadece bir günlük 5 yaşında olmak için çok şeyimi feda edebilirim. O hayalgücüne, o enerjiye ve o neşeye sahip olabilmek için çok şey veririm, düşünmeden. Hayat akıyor ve hiçbir güne, hiçbir vakte geri dönülemiyor. Ancak avutuyoruz kendimizi böyle; "Benim ruhum çocuk"...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder